Esma Nacak


Ve Aşk...

İlâhî Aşktır...


Aşk...

Arapça sarmaşık anlamına gelen  /a-şe-ka (ışk) kökünden türemiş olup şiddetli ve aşırı sevgi; bir kimsenin kendisini tamamen sevdiğine adaması. Sevdiğinden  başka bir şey  düşünememesi demektir.

“Aşk şehidi” olarak tanınan Hallâc-ı Mansur aşkı pervane ve mum örneği ile anlatmıştır. Aşkın son mertebesine ulaşan pervane (kelebek), ateşin çevresinde döne döne yanıp kül olur. Bu, gerek edebiyatta ve gerekse sufilerin eserlerinde âşığın maşuku uğrunda kendini feda edişini anlatmak için çokça başvurulan bir örnektir.

 Aşk Hallacı Mansur’un  tüm  varlığını  kaplamıştı.

 Benliğini yok edip, kendinde aşkını görmeye başladı. Aşk yaktı kül etti. Gören anlamadı, anlayan susmak zorundaydı. Ve Hallaç Mansur; aşkında yok oldu…

 

Sûfîlere göre aşk, “ilâhî” ve “beşerî” olmak üzere ikiye ayrılır. İlâhî aşka “hakikî aşk”, beşerî aşka da “mecazi aşk” denir. Mecâzî aşk “ilâhî Aşk’a dönüşürse bir anlam kazanır. Çünkü “beşerî aşk” Yüce Allah’a ulaşmada bir merdiven görevi üstleniyorsa değerlidir.  Tıpkı  Züleyha  nın Yusuf’a, Mecnun’un Leyla ya olan aşkı gibi...

Yıllarca arayıp' o atesin ilahi aşka dönüşmesi ile, beşeri aşkdan ilahi aşka çıkılmıştı. Yürek yanmadan hakikati bulması imkansızdı.   Onlar yandı. Bizlere örnek   oldu.

 

Gönül  küle dönmeden, gerçek  Maşuk’u bulamazdı.

Şems ve Mevlana Celaleddin gibi.

Şems  gelmeden önce  Mevlana Celaleddin bir alimdi. Şems gelince hem aşık hem de maşuk oldu.

Yandı kül oldu. Aşk ile  tamam oldu.

  Şems ve Mevlana   bir odada   günlerce  birbirlerini seyreylediler. Yemeden içmeden kesildiler. Aslında  seyrettikleri birbirleri değil; içlerindeki ruhtu. Çünkü  Allah aşkı ruha üflemişti.Ancak işlemek ve açığa  çıkarmak  icin  mücadele etmek   gerekiyordu. Allah imzasını  ruhlara  atmıştı. Her ruhta aşk tohumu vardır. Fıtrat bununla yoğrulmuştur. Günahlarla  bizler; bu hazineyi yavaş yavaş kaybetmeye başlamış, fakat Allah’ın sonsuz rahmeti ile tekrar yakalama fırsatı, her gün  bizlere sunulmuş ve sunulmaktadır. Bu aşkı tekrar yeşertip, fıtrata  geri dönmek  için  dua edip mücadele  etmeliyiz.

Allah’ aşkı  bulanlardan eylesin....

 

Şahsıma  ait bir şiir ile noktalamak istiyorum…

 

TÖVBE…

 Dökülmüş  umutlarımı toplarken;

Yusuf’un kuyusunda buluverdim kendimi

İmdat çığlıklarım yükselirken bitkin yüreğimden. 

Taşlar da yüz çevirdi sesimde benden.

 

Boyun eğip  susmak zamanıydı. Yunus un balığa  gidişi  gibi.

Sessiz ve tövbekar.

Üç  karanlığa  girerken, dilinde  pişmanlık,

gönül  sessiz, 

ruh yürüyüşte. ..

 

Terkedilmiş Eyûp  gibi, çaresiz.

Malı bitip

 bir, bir ölünce  evlatları,

hastalığa yenik düştü, kaldı yaralı.

Ve kurt düştü  bitap vücuda...

 Tam o an dua etti Allaha.

Yarabbi; ya dilimi, ya kalbimi bende bırak. Seni zikretmesem ölüm  bana azap.

Ve Mevla bir su çıkardı  yerden. Girince içine yaşlı bedeni genc ve sağlıklı oldu.

Malı  yerine misliyle sunuldu. 

 

 Şimdi  dilde tövbe  gönülde aşk,

Menzilde olsa da zorluk taş,

sevilen senden razı oldu mu

ateşler söner yerine güller bitmez mi?

 Ateşi İbrahim misali. Har ateşi  su etmez mi? Yerine çiçekler  gelmez mi?

Gönüldür  ask için yaratılmış. Bir ömür içine hep müsvedde  katılmış.

Dem, dem sapmalar olsa da, bu gönül  Sana meftun, sana müştak kalmış.

Sen çıkar  Yusuf un kuyusundan. Sen sev dünya sevmese ehemmiyeti var mıdır?

Sen sevsen zindanlarım cennet bahçesi, karanlıklarım aydınlık, sebebi yar mıdır? 

Ama bu yar,  ruhu karanlığa   koyan mı

Yoksa kuyudan çıkartan mıdır.